DOLAR 32,3730 % 0.16
EURO 34,9597 % -0.33
STERLIN 40,9838 % 0.21
FRANG 35,8903 % 0.11
ALTIN 2.325,59 % 0,22
BITCOIN 2.284.105 1.184

Emekli Vali Adnan Yılmaz Yazdı “Milletin Sesi Mehmet Akif – 17”

Yayınlanma Tarihi : Google News
Emekli Vali Adnan Yılmaz Yazdı “Milletin Sesi Mehmet Akif – 17”

Emekli Vali Adnan Yılmaz‘ın “Milletin Sesi Mehmet Akif – 17” başlıklı yazı dizisi…

Emekli Vali Adnan Yılmaz Yazdı “Milletin Sesi Mehmet Akif – 17”

Milletin Sesi Mehmet Akif(11 Ar.)
-17-
Değerli Dostlar !
Cumanız mübarek olsun.

Milletin Sesi Mehmet Akif Ersoy üç boyutlu bir insandır:
Aksiyoner, şair ve fikir adamı.

Milli şair Mehmet Akif’in dönemi bu şekildeyken de elbet akla bazı sorular gelir; neden hiç kimse o dönemde Akif’ten daha iyi, daha değerli, daha güvenilir ve samimi hiç kimseyi gösterememektedir?

Yaşadığımız süreçten, çevremizdeki kişilerden, gelişme ve olaylardan hangimiz hiç etkilenmiyoruz? Yaşadığımız ülke Filistin’de, Suriye’de olduğu gibi fiili olarak işgale uğrasa biz nasıl davranırız, ne kadar seçici ve özgün olabiliriz? Öznel cevapları olan bu soruları düşünmek ve bir sonuca varmak gerekir.

19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan “İslâmcılık” fikri, İslâm’ı inanç, ibadet, ahlak, siyaset, hukuk, eğitim, gibi alanlarda bir bütün olarak “yeniden” hayata hâkim kılmak, Müslümanları, İslâm dünyasını Batı sömürgeciliğinden, zalim yöneticilerden, esaretten, zilletten, hurafelerden, şaşkınlıktan, taklitçilikten, ümitsizlikten kurtarmak çabası taşır.

Birleştirmek, ilerletmek, adil bir toplum oluşturmak için siyasi, fikri, ilmi çalışmaların, aktivitelerin, teklif ve çözüm arayışlarının, ıslah hareketlerinin bütününü içeren bir hareket, uyanış ve direniş çabası olarak tarif edilebilir İslâmcılık.

II. Meşrutiyet sonrasında Tunuslu Hayrettin Paşa, Said Halim Paşa, Filibeli Ahmed Hilmi, Babanzade Ahmed Naim, Said Nursi, Ahmed Hamdi Akseki, Eşref Edip gibi isimlerle imparatorluğun, boylu boyunca çöküşünü ve sömürgeleşmesini engellemek amacını da taşıyan bu yönelişin ilk temsilcileri arasındadır Akif.

Bir tarz, bir çizgi oluşturmayı başarmıştır. Bunu pekiştiren unsur; her şeyden önce onun kişiliği, samimiyetidir.

Yıllar sonra 1920’de bile Meclis’in kayıt defterine künyesi “İslâm şairi” diye yazılmıştır.

Altmış üç yıllık hayatı, bütünüyle doğru, hak bilinenlere adanmışlığın en güzel örneğidir.

Kazandığında da aynı şahsiyet ve samimiyete sahipti Akif, kaybettiğinde de. Özgün bir duruşu oldu. Yoksulken de
Onurluydu,Milletvekiliykende .
Feraset sahibi, karakter abidesi bir insanın, en karmaşık zamanlarda bile nasıl istikametini kaybetmediğini görürüz onun hayatında ve tavırlarında; fakat hazin bir taraf da vardır ki birçok büyük insan gibi yalnız ölmüştür Akif de.

Sadece bir grup üniversite öğrencisi belki “Asım’ın nesli” olma yolunda kıvılcımlar taşıyan bir öğrenci topluluğu uğurlamıştır onu.

Takdir edeceğiniz üzere Akif, büyük değişim ve kırılmaların yaşandığı o dönemde yaşadığı hayatla önerdiği hayat arasında çelişkiye düşmeyen bir adamdı.

Bir de bizlerden beklediği, model olarak sunmaya çalıştığı “Asım’ın nesli”nde de aradığı iki temel vasıf vardı: Fazilet ve Marifet.

Akif kendini anlatırken şiiri seçmişti elbet, saray, cami, meyhane, sokak, ev, kulübe, şehir, köy, fakir, zengin, dindar, dinsiz, korkak, kahraman, yüksek tabaka, cahil, aydın, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, savaş, barış, mazi, hayal, hakikat, hemen her şey Akif’in duyuş ve görüş sahnesine girer. Fakat o bütün bunları anlatırken de şiir dışındaki anlatım olanaklarını devreye sokar: hikâyeler anlatır, fıkralara yer verir, betimlemeler yapar, portreler çizer, konuşma ve vaazlardan yararlanır. Komik, trajik, didaktik, hamasi, lirik her tonu kullanır. Estetizme koşullanmayan ve her halükarda bir misyon üstlenen, sosyal bir gerekçesi olan bu şiiri edebiyatla hatta hayatla bütünleşerek konuşur. Kendi içinde de yer yer çok sesliliği barındırsa da duruş ve kimlik sahibi olan, “şehre varıp feryâd-u figân koparan” ya da “şehrin bir ucundan gelip konuşan mümin bir adam”ın şiiridir bu.

Kendisine cadde ortasında şiir okumak isteyen genç bir adama; “Şiir sükûnet ister, şiir ciddiyet ister.” dercesine mukabele edip onu tenha bir sokakta dinleyecek kadar hassas, Efendimize (s.a.v) atılmış iftiralarla dolu bir kitabı çeviren meşhur bir yazara; “Elimden gelse seni tepelerim!” diyecek kadar şedit, Müslüman bir şairdir Akif.

20 Aralık 1873 tarihinde İstanbul’da doğan Akif için kaynaklarda genellikle; çok ciddi, katı prensipleri olan bir adam portresi çizilmektedir.

Onunla ilgili hemen hemen bütün değerlendirmelerde, cemiyet için ağlayan, mücadeleci, idealist bir fikir adamı oluşunun çok vurgulanması, “bir karakter abidesi” olarak sunulmasında et- kili olmuştur. Bu, şüphesiz yanlış bir portre değildir. Hatta denebilir ki kendisi böyle bir portrenin çizilmesinde etkili olmuştur. Fakat bu eksik bir portredir. Aydın dü- şünür tarafına ışık tutulurken insan ve sanatkâr tarafları gölgede bırakılmaktadır. Bu da çoğu zaman bizi ete kemiğe bürünmüş bir Akif’ten uzaklaştırmaktadır.

Akif yakın dostlarının da işaret ettiği gibi çok değişik ilgi alanları olan zengin, birikimli, zeki, renkli bir şahsiyettir. Akif’in kişiliği ise henüz küçük yaşlarından bellidir. Ülkesi hakkındaki düşünceleri ise daha o zamanlardan oluşmaya başlamıştır.

Akif’e göre eğer yeniden birliğimizi sağlamaz isek bir gün vatansız kalacağız.

Bu düşüncesini ise şu dizelerde pekiştirmiştir:
“Anadolu altüst olurken,
Seyre bakıp öyle durma.
Bir gün vatansız serseri olacaksın, Kendi yurdunda.”

Akif tam bir Doğu İslâmcılığının, Batı İslamcılığının ve merkez İslâmcılığın sentezidir.

Aynı zamanda tam bir İstanbul beyefendisidir.

Vatanı için gözünü kırpmadan canını feda edebilecek birisidir.

Sessiz yaşayıp şiirleri ile çığlıklarını duyurmuş, vatanının Avrupalılaşmasından hiç hoşlanmamıştır.

Batı’ya imrenilmesinden ziyadesiyle rahatsız olan Akif, dizelerinde de buna sık sık yer vermiştir:

“Kim demiş Avrupa insanı medeni?
Ne edep var ne hayâ çırılçıplak bedeni! Eğer medeniyet açıp saçmaksa bedeni desenize hayvanlar bizden daha medeni!”

Akif’e göre Avrupa’dan bir şeyler alınacak ise bile bu şey yalnızca ilimdir, başka bir konuda kesinlikle onlardan uzak durulması gerekir.

Aksi bir etkileşim olursa bu durumun ülkemizin ve değerlerimizin altına dinamit koymaktan farkı olmaz:

“Ne Araplık ne Türklük kalacak aç gözünü. Dinle Peygamber-i Zîşân’ın sözünü.
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize Fikr-i kavmiyeti şeytan mı soktu zihninize?”

Akif bu dizeleriyle bize eğer bir tedbir al mazsak uğruna savaştığımız değerleri de kaybedeceğimizi söyler.

“Avrupalıların ilimleri, irfanları, sanayideki ilerlemeleri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu ilerlemeleri ile ölçmek katiyen doğru değildir.

İlimleri, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır.”

Batı’ya böyle son derece temkinli yaklaşan Akif, Batı’dan bile kurtuluşa giden yolda alınacak yönlerin olabileceğini söyler.

Ancak Akif için hiç kuşkusuz ilk kurtuluş, vatanına, milletine ve değerlerine İslâm ile bağlanmaktır.

İslâm olmadan refaha ulaşılmaz düsturundadır; ama işlerin böyle ilerlememesi sonucu hüsrandadır Akif.

Bunu şu dizlerinde görürüz:
“Kul olmak çağ dışıyken, Soyunmak çağdaşlık.
Din kardeşliğini bıraktık biz, Ecnebiyle kaynaştık.
Sünnet sakal yobazlık, Top sakal medeni. Unuttun sen ey vefasız, Ehl-i sünnet dedeni.”

Üstat bu satırlarından her birinde hüsranını belli ederken aynı zamanda gerçek medeniyet sahibinin aslında biz olduğumuzu, vatanın düzelmesini ilimde, fende, edebiyatta ilerlemesini istiyorsak İslâm’ın ölçülerinin zaten bize yeteceğini söyler; ama halk o dönemde eğitim açısından da geri kaldığı için bunları da maalesef bilmemektedir.

Akif’e göre milletlerin alçalmalarının ilk sebebi imansızlık, sonrasında ise cehalet hastalığıydı.

Cehalet hastalığı millette din ve namus bırakmamış İslâm’ın üzerine bir kâbus gibi çökmüştü.

Vatanın yeniden ayağa kalkabilmesi için sürekli çırpınmıştır ve şiirlerinde sıkça İslâm’a bağlanırsak eğer cehalet hastalığını yenip ülkenin kurtuluşuna erebileceğimizi söyler.

Akif’e göre bir milletin temellerine dinamit yerleştirip o milleti yok etmek kolaydı; lakin o milleti yeniden kurmak, kırılmış bir bardağın eski hâline dönmesini beklemek gibiydi. Bu gerçeği şu dizeler en iyi şekilde ifade etmektedir:

“Hadi gel
yıkalım şu Süleymaniye’yi desen İki kazma kürek, iki de ırgat gerek. Hadi yapalım geri şunu desen.
Bir Sinan gerek, bir de Süleyman.”
Mehmet Akif Ersoy

Eğer ülkedeki Avrupalılıktan, Batılılaşmaktan kurtulmak istiyorsak bunu yalnızca ilmimizle yapabileceğimizi, Batı’nın bize gereken ilmini ve tekniğini alıp ruhumuza aykırı olan karakter özelliklerinden uzak durmamız gerektiğini, bilim ve fenni ciddiye almayanlar geride kalacağını pek çok dizede dile getirmiştir.

“İz bırakanlarla senin aranda basit bir fark var sadece:/ Onlar ömür boyu gayret ediyorlar, Sen ömür boyu hayret ediyorsun.”

İslâm dininin bilime son derece önem verdiğini ve en iyi bilim adamlarının bizlerden çıktığını ileri sürer ve bunu da şu dizelerinde destekler:
“İbni Sina’nız neye yok,
Nerede Gazali görelim.
Hani Seyyid gibi
Razi gibi üç beş âlim?
En büyük fazılınız bunların asarından, Belki on şerhe bakıp bir kuru mana çıkaran”

Artık yeni İbni Sinalar, Gazaliler biz olacağız ve “Asım’ın neslini” yaşatacağız. Akif’in haklı davasını yüklenip ülkemizi kurtuluşa götüreceğiz. Hayatı boyunca sessiz yaşayan Akif’in seksen dört yıl sonra ,biz olacağız çığlıkları.

“İçinde bulunulan durum, Mehmet Akif gibi kendini Doğu’ya ait gören bir şair için acı vericidir.

O zaman ilimce, fence ileride idik, cahil Frenkler tahsil için Avrupa’dan kalkıp Bağdat’a gelirler, ulemayı İslâm’dan ders alırlardı.

Endülüs medreselerinde birçok krallar, birçok papazlar okumuşlardı vaktiyle; Darü’l-İrfan idi orası. Sonra cehalet yavaş yavaş yayıldı. Nihayet biz de bu hale geldik.” Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki duruma sebep olarak gösterilen olgu karşısında, her şeyden üstün tuttuğu dini ile Akif, içsel bir eleştiri metodunu benimseyerek İslâm toplumunu uyarmak zorunda kalmıştır.

Yine “Fatih Kürsüsünde” yer alan şu söylemi üzerinde dikkatle durulmalıdır:

“Çalış dedikçe din, çalışmadın
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya” Mehmet Akif, İslâm dininin geri kalmışlık için sebep gösterilmesini kabul etmez, bunu kabul etmek, kadim Doğu medeniyetini bir kenara atmak demektir.

Faydasız ve boş şeylerle meşgul olmamak ve boş durmamak gibi bir prensibi olan Peygamberin (s.a.v.); “Bir günü bir gününe eş geçen ziyandadır.” hadis-i şerifi ile daimi bir aksiyonu emreden bir din söz konusudur.

O halde geri kalmışlığın sebepleri, zaman içerisinde bir Müslümanda olmaması gereken vasıfları taşıyan Müslümanlarda ara- manın doğru olacağını söyler Akif.

Sömürgeyi bir metot olarak benimseyen ve uygulayan Avrupalının karşısında dikilme gücünü bulamayan Doğu insanını yeis bataklığından çıkması için uyarır: “Yeis öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun/ Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun.” ya da “Ey millet-i merhume sakın yeise kapılma”.

Mehmet Akif’in üzerinde durduğu nokta şudur; yeis umutsuzluktan doğan karamsarlıktır. Kendine olan güvensizliktir. Bu tanımları çoğaltabiliriz… Ama bu duygunun devamında gelecek bir durum vardır ki o da Doğu insanının kendi bedenine, ruhuna, tarihine, coğ- rafyasına, kültür ve medeniyetine karşı kuşku beslemesi, aşağılık kompleksidir. Bu durum, ar tık öncüsü olduğu alanların adını dahi hatırlamakta zorluk çekecekleri zamanlar yaşatmıştır Doğu insanına.

O halde Mehmet Akif, Doğu ve Türk-İslâm dünyasının geri kalmasının ve arzu edilen gelişmişlik düzeyine ulaşamamasının etkenlerini tespit etmiştir diyebiliriz.

Yeis bun lardan sadece bir tanesidir.

Bu etkenlerden bir diğeri;

Müslümanların son dönemlerde bilgiye önem vermeyişleri ve bunun akabinde mensubu olduğu dini yanlış anlama ve yorumlama sorunudur.

Çözüm ise İslâm dininin faziletinin her daim farkında olmak ve ilmi nerede olursa olsun elde etmeye çalışmaktır.

Dönemindeki diğer düşünür ve yazarların aksine, geri kalmışlığa çözüm olarak gösterilen Batı medeniyetinin giyim ve kültürünün ithaline karşı çıkmış ve yalnızca ilmi ile meşgul olunması gerektiğini vurgulamıştır.

Akif için asıl inkılap şekli, madde inkılabı değil; ruh ve ahlakta ortaya konulması gereken inkılaptır.

Akif Safahat’ın Asım bölümünde bu gidişatı tersine çevirecek bir nesil -‘Asım’ın Nesli’ni işaret eder.

Bu gençliğin Batı’yı taklit etmesini değil, izlemesini telkin eder.

“Doğu’nun içerisinde bulunduğu sıkıntılar ve onu bir sömürge sahası olmaya götüren sebepler arasında ayrılıkçı hareketlerin etkisi vardır.” der Mehmet Akif.

Daima ümmet bilinciyle hareket etmesi gereken Müslümanların ayrılığa düştüğünü söyler. Akif, bu temel problem için döneminde yeni bir din algısı oluşturmak çabasına girmiştir. Bu ümmet bilinci bu yeni din algısı ile sağlanacaktır; çünkü İslâmiyet ilk zuhur ettiğinde otuz yılda Arabistan’ın bedevilerini, döneminin en medeni toplumu haline getirmiştir.

İnsanları birbirinden ayıran her ne varsa Hz. Peygamber’in onları ayaklarının altına aldığını biliyoruz.

Allahu Teâlâ’nın emrettiği gibi: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın.” (Âli İmran, 103)

Bu dinamikler üzerine kurulu bir medeniyetin milleti olarak tefrikaya kapılmamamız hususunda uyarır Mehmet Akif bizi.

Gerektiğinde Batı ile işbirliği yapılabileceği, ancak bunu yaparken çok uyanık olmak gerektiğinin, dini, siyasi, ekonomik ve benzeri çıkarlarımızı gözetmek gerektiğinin altını çizer.

Zira onların hep kendi çıkarlarının peşinde olduğu gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır.

Bu konuda Mithat Cemal Kuntay’ın ağzından aktarılan bu hatıra çok yerinde bir örnek olacaktır:

“[Akif’in] sinirlerine dokunan bir mısra vardı: “Milletim nev-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin!” Bu mısraı okuduğum gün acı acı gülerek: “Sen de bu yalana inanıyor musun? Bir Avrupalının nev-i beşerinde, rûy-i zemininde Türkler ve Müslümanlar dâhildir, sanıyor musun?” dedi. Sonra tuhaf bir şey anlattı: “Umumî harpte biz üç kişi Berlin’e gittiğimiz zaman Alman
hükümeti bize ne dedi bilir misin? Türklerle ittifak ettik diye, Reichstag’da Katolik mebuslar bağırıyorlar; ‘Müslümanlar ve Türkler gibi vahşîlerle medenî Alman milleti nasıl birleşir?’ diyorlar. Makaleler yazınız da Türklerin ve Müslümanların da insan olduklarını bu adamlara karşı ispat edelim, dedi.” “Acayip!” dedim. “Bundan daha acayibi var,” dedi;

“Yine umumî harpte Viyana’da idim; bir gece Viyana kiliselerinin çanları çalmaya başladı, otelin penceresinden baktım; caddede her elde bir mum, herkes haykırıyordu. Kendi kendime: müttefikimiz Viyanalılar galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar, dedim. Sokağa fırladım. Bir dükkâncıya; ‘Bir zafer haberi mi var?’ dedim. Adam; ‘Zafer de söz mü?’ dedi. ‘İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar: İngiliz ordusu Allen by’in kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir aydan kurtuldu, haça kavuştu.’ dedi.” Akif bunu anlattıktan sonra gözlerime dik dik baktı: “Milletim nev-i beşer, vatanım rûy-i zemin, öyle mi?” dedi. Sonra ilave etti: “Biz bu yalana inanırsak, ne milletimiz kalır, ne rûy-i zemini miz!

Avrupa’nın nev-i beşerinde ben yoksam, benim nev-i beşerimde de o yoktur.”

Mehmet Akif şahsında İslâm dünyasına şöyle bir mesaj vermektedir: Batı adına üretilen her değer, nihai aşamada Batı’nın çıkarlarının korunması dışında pek bir şeye yaramamaktadır.

Bunun için İslâm medeniyetinin sahip olduğu değerlerin farkına varılmalı, kabiliyetinin farkında olan “Asımlar” yetiştirmeli ve taklitten uzak, geçmişine yabancı olmayan, Batı’nın gerçek yüzünü bilip onun sadece faydalı taraflarına dâhil olan, çağın gereklerini yerine getiren, din kardeşine karşı her türlü zihnî ve duygusal ayrılığa düşman olan nesiller yetiştirmeliyiz, demiştir.

Akif, devraldığı tarih mirasının, üzerinde yaşadığı coğrafyanın, içinde büyüdüğü toplumun gerçekleri ile yüzleşmiş ve bu gerçekleri değiştirmek için münevver bir Müslüman olarak gücünün yettiğince direnmiştir.

Değerli Dostlar!

Akif “Eğitim nedir, nasıl olur?” biliyordu. O, farkındaydı ki ahlaki değerler olmadan verilecek eğitim bir hiç ve felakettir.

Ayrıca Akif de bir eğitimcidir.

Akif’e Batı’nın medeniyetinden beğenilen yönü sorulursa o, şüphesiz eğitimi gösterir. Mehmet Akif, Kastamonu’da Nasrullah Camii’nde verdiği vaazın bir yerinde şöyle söyler:

“Avrupalıların ilimleri irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir.

Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı ve onlara kapılmamalıdır.

“ İşte üstat burada medeniyet için ilmin gerekliliği olduğunu fakat medenî olmak için Batı’nın her yaptığı muameleyi örnek alacağız diye bir şeyin söz konusu olmayacağını vurgulamıştır.

Bizler, Batı medenî diye kendi değerlerimizi, inançlarımızı, kültürümüzü kısacası özümüzü unutmamalıyız. Akif en çok bunun için çabalamıştır.

Bizleri üstün kılacak değerler saygı, sevgi, topluma faydalı olmak ve bilgidir. Üstadı saygın kılan, onun topluma faydalı olması, ülkemize hizmet etmesi, insanlara karşı saygılı olmasıdır.
Mehmet Akif, milletin sorunlarıyla yakından ilgilenmiştir.

Dücane Cündioğlu, Akif için bu konu hakkında şöyle demiştir: “Mehmet Akif çevresindeki olaylara görmedim, duymadım, bilmiyorum dememiştir.” Akif, toplumda ne yaşanıyor ise görmüş, duymuş ve bilmiştir. O, gördüklerini ve yaşadıklarını yazmıştır; son derece gerçekçidir. Akif, bununla ilgili şu mısraları söyler:
“Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim, İnan ki, her ne demişsem görüp de söylemişim, Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek…”

Görüldüğü gibi o, ahlaktan aldığı medeniyeti hâlâ sürdürmektedir.

Onun medeniyetinde topluma duyarlık vardır; toplumu, memleketini düşünmek vardır.

Tahsin Yıldırım, kitabında bunu şöyle anlatıyor:
“O, devrin hâkim gücü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girerken bile doğru bildiğinden şaşmamış, kayıtsız şartsız itaat edileceğine, ihanet hâlinde ölüme kadar varan cezaları peşin kabul eden bir yemine karşı çıkarak; “Ben böyle yemin edemem. Kayıtsız şartsız cemiyete teslim olamam. Umumi merkezin iyi olan, maruf olan emirlerine itaat edeceğime söz veririm; fakat fena olan, memlekete zararlı olan işlere riayet etmem.” demiştir.”

Bunu diyen bir şairin medeniyet tasavvurunu bir düşünün. İslâm ile bütünleşmiş, menfaatlerini bir kenara atmış, memleketini düşünen bir kişiliğin medeniyet anlayışıdır bu…

Öncelikle onun medeniyet anlayışı, menfaate dönüşmeyip milletin, toplumun acılarına, hüzünlerine yakından alaka göstermekten, milletimizin güzel değerlerini, kültürünü hatırlatmak ve yaşamaktan geçiyor. Üstat, medeniyetini İslâm kültürü, ahlak ve çalışma azmiyle tamamlıyor.

Üstat, “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Avrupa medeniyetindenim.” diyerek hakikaten ne kadar açık fikirli, geniş bakış açılı ve medeniyet adamı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

“Akif’in yapmış olduğu çalışmalar medeniyet için miydi?” diye soracak olursak: Hayır! Fakat onun yapmış olduğu çalışmalar, yaşantısı, karakteri ve düşünceleri medeniyet örneği olmuştur.

Akif, Batı’yı taklidin ve geçmişe yabancılaşmanın da Doğu’nun geri kalış sebeplerinden biri olarak görür.

Doğu’nun geçmişinin başarılarla dolu olduğunun altını çizer ve “Ne anılarına saygı ne geleneklerini anımsama; deden böyle mi yapmıştı ey sefil evlat?” diyerek içinde yaşadığı toplumun zihniyetini eleştirir.

Zira var olan kuşak; atalarının başarılarını görememekte, kendi geçmişini aşağılamakta, her şeyin en iyisinin Batı’da olduğunu düşünmektedir.

Batı, bilim ve teknikte ileridedir; ancak bu onların her yanının taklit edileceği anlamına gelmemektedir.

O, ayrıca her yönüyle Batı’yı yücelten anlayışı eleştirmek için “Yakında odun da isteriz Batı’dan!” diyerek bu taklitçi zihniyetin üretimi engellediğinin de altını çizmeyi ihmal etmez.

Öyleyse ne yapmalıyız? İslâm dini gelişmeye engel değildir.

Müslüman olduğumuz için de geride kalmış değiliz. İslâm’ın özünden kopup kabuğunu yaşamaya başladığımız için geri kalmışızdır.

Öncelikle tekrar özümüze dönmeli, İslâm’ın ruhunu yaşamalıyız.

Diğer devletlerin aramıza nifak tohumları ekmesine izin vermemeliyiz.

Akif’in şu mısralarını unutmamalıyız: “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,/ Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”

Millet bilincinde olup memleketimize sahip çıkmalıyız:

“Sahipsiz vatanın batması haktır,/ Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır!” mısralarını asla aklımızdan çıkarmamalıyız.

Her daim birbirimize kenetlenmeli, tüm zorluklara milletçe göğüs germeliyiz.

Çünkü “Milletler topla, tüfekle, zırhlıyla, ordularla yıkılmıyor; yıkılmaz.

Milletler ancak aralarındaki
bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır.”

Mehmet Akif’in zihniyetini anlayıp onun şuurunu kazanmalıyız.

Şairler, millî varlığın ruhudur.

Ruh ölmez. O halde Akif de ölme- miştir. Dimağımızda bir nur, kalplerimizde bir heyecan olarak yaşıyor ve yaşayacaktır.

Mehmet Akif’e göre İslâm ümmetini teşkil eden Müslüman milletlerin birtakım vazgeçilmez esaslara göre hareket etmeleri gerekir.
Bunlar: İlk olarak Müslümanlar hür olmalılardır.

Bir yerde hâkimiyet Müslümanların elinde değilse bunu elde etmek için çalışmak her Müslümanın görevidir.

Bir diğeri; Müslümanlar yabancıları dost edinmemelilerdir.

Müslüman olmayanların ahlak ve adaletleri alınmaz, sadece bilgilerinden istifade etmek gerekir.

Son olarak da ,Müslümanlar birbirlerinin dostu, sırdaşı, kardeşi ve yardımcısıdır düşüncesini benimser.

Mehmet Akif’i okudukça bir şairi anlamanın güçlüğünü anladık. “İşte şimdi hücrem çırçıplak” diyen bir şairi anlamak istiyorsak eğer, en azından biz de onun gibi hücremizi temizlemeyi önemsemeliyiz.

Unutmayalım; onun kadar değil onun gibi yapmalıyız.

Ondan bize kalanlardan bir mesaj ise “Allah’ın yeryüzünde yürüyen ayetleri olmamız gerektiğidir.”

Bizimle birlikte öyle âlimler yetişmeli ki bunlar zamanın sahip olduğu bütün ilimleri, Kur’an’ın anlaşılmasında kullanmalı.

Bugün dinin kaynaklarına ve mesajına vakıf, yaşadığı çağı okuyabilen ve zamanın fıkhını üretebilen bir nesil aynı zamanda Akif’ in hayal ettiği “Asım nesli” olabilmek duasıyla…

İslâm, Sezai Karakoç’un da belirttiği gibi “kitlenin öz düşüncesi” ydi.

Mesele ortaya yanlış bir İslâm anlayışının çıkması ve aydınların dinden kopmalarıydı.

Akif, işte tam bu noktada İslâm’ı asli şekliyle yeniden gündeme getirme çabasındaydı.

Ona göre “Müslüman namı altındaki cemaatin çoğu İslâm’ın aslından ve doğru şeklinden gafildi.” Çünkü hakikatin aslı hurafelerle örtülmüştü.

Bu yüzden tek çare Kur’an İslam’ına yani asıl kaynağa dönmekti.

Kendinin de dediği gibi: “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Aslın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

Akif yukarıda bahsettiğimiz konuda olduğu gibi şu dizeleriyle hayat dini olan İslâm’ı, zemini sağlam oldukça da dipdiri duracağına değinir:

“Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din
Diri doğmuş, duracak dipdiri durdukça zemin Niye israf edelim bir sürü iknaiyyat?
Hoca, mademki bu din: din-i beşer, din-i hayat”

Mehmet Akif hangi ırktan olursa olsun bütün Müslümanları aynı kabul ediyordu.

Onun görüşüne göre, aralarındaki sınırlar kaldırılmış, tek devlet hâlinde toplanmış bir İslâm dünyası yoktu. Bütün Müslüman kavimler ayrı ayrı gelişecek, yardımlaşacak ve birlikte hareket edeceklerdi.

Niyet Hayır Akibet Hayır .
Olur .İnşaallah.
Haftaya görüşmek üzere
Kalın sağlıcakla.
Adnan Yılmaz
11 Aralık 2020-Ankara

Büyük Sivas Haber


YORUM YAP

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.