DOLAR 32,3862 % 0.19
EURO 35,1055 % -0.02
STERLIN 41,0568 % 0.36
FRANG 35,9462 % 0.28
ALTIN 2.326,14 % 0,25
BITCOIN 2.288.933 0.077

Köşe Yazarımız Alper Duran’ın “Yüzyıllık Sabitemiz: Metodsuzluk” Başlıklı Yazısı

Yayınlanma Tarihi : Google News
Köşe Yazarımız Alper Duran’ın “Yüzyıllık Sabitemiz: Metodsuzluk” Başlıklı Yazısı

Türk-İslam efkâr-ı umumiyesi, usul ve erkân abideleriyle doludur. Bu kabiliyetine sahip çıktığı müddetçe, muvaffakiyetini perçinledi. Ne zaman ki, dilenciliğe tevessül etti, işte o zaman da, kendinden kaçmaya başladı. Bu kaçış günbegün çoğalarak geçen asrın başlarında zirveye ulaştı. Sorunlarını ortak bir akılla çözme mahareti yitirildiğinden, kargaşanın hâkimiyetinde birkaç temenni ile yol alınmaya çalıştı. O günden bu güne de, maatteessüf fevkalade diyebileceğimiz bir değişiklik gerçekleştiremedi.

Köşe Yazarımız Alper Duran’ın “Yüzyıllık Sabitemiz: Metodsuzluk” Başlıklı Yazısı

Filibeli Ahmet Hilmi, memleketin yaklaşık yüz yıl önceki ahvali-şeraitini şöyle hülasa ediyor: “Hükümette, mecliste ve düşünen herkeste bir temenni var; milleti mesut ve vatanı imar etmek. Ancak bu hedefler o kadar umumi ve belirsiz fikirlerdir ki, şu müphem halleriyle hayali birer gaye ve amaç olarak sayılmaktan çok, şahsi ve ictimâî birer içgüdü nevine konulabilirler.

Özellikle bu hedeflere ulaşmak için belirlemiş olduğumuz hiçbir metodumuz yoktur.” Aslında bu tespiti Abdulhamid Han’ın gidişine ve 2. Meşrutiyetin kabulü ile her şeyin düzeleceğine bağlayan ve içinde de kendinin yer aldığı topluluğa söylüyor. Devamında şu ifadeleri serdetmek durumunda kalıyor: “Bu iddiamızın şahidi, inkılâbımızın (2. Meşrutiyet) başından bu yana bu kadar çaba ve mesainin kısmen boşa gitmesi ve istenen neticeyi vermemesidir.”

Evet, o gün her şey Ulu Hakanın gidişine ve meşrutiyetin ilanına bağlanmıştı, bunlar olursa, hürriyet, müsavat ve uhuvvetin geleceği düşünülüyordu. Meşrutiyet’in ilanı ve Sultanın hal edilmesine rağmen, düzelen hiçbir şey olmadığı gibi, işler daha da sarpasardı. Çünkü ortada bir metod yoktu. Ezberlenmiş nakaratlar vardı…

Osmanlı Türkiye’sinde müelliflerin, münevverlerin, ulemânın, ümerânın ila ahir ekseriyeti ile Gayr-ı Müslimlerin, Garpçıların, İslamcıların ve Türkçülerin tamamı, devletin kurtuluşunu yukarıda ifade edilen iki sebebe bağlamışlardı.

Cennetmekân Padişahın gitmesini talep edenlerin bir kısmı Avrupa’nın politikası, bir kısmı şahsi meseleler ve bir kısmı da, gafletleri sebebiyle istiyordu. Lakin sonrasıyla alakalı hiç kimsenin bir sistem dâhilinde stratejik çizelgesi yok idi.

Zaten sonrasında ne olacak diye sual edenlere, kabaca şöyle cevap veriyorlardı: Hele gitsin bakarız… Ve Sultan gitti; lakin önce Türk tarihinin Kösedağ’dan sonra en rezil savaşları olan Balkan Harpleri, daha sonra Birinci Cihan Harbiyle ecdadımızın mirasına halel getirildi.

Evlâd-ı fâtihan beldeleri ile mukaddes topraklar, namahrem postallarına ezdirildi. Her şey istedikleri gibi olmuştu, fakat devlet elden gitmişti. Belki de devletin gitmesi de, birçoğunun isteği arasındaydı.

Yüzyıl önce yeni sistem (Meşrutiyet) geldiğinde memleketin halas olacağını düşünenler, yöntemsizlik ve sistemsizlik yüzünden müflis hale düştüler. Çünkü taleplerinin ayakları yere basmıyordu. Neyi niye istediğini bilmeyenler, istediklerini elde edince nasıl davranacağını da bilemediler.

Nitekim Filibeli Ahmet Hilmi, o döneme ait öz eleştirisini şu şekilde dillendiriyor: “Acaba memleketimizde meşrutiyet ilan edildi diye bize semadan altın çuvallarımı yağacak, yerlerden basılmış sikkeler mi çıkacak zannettik? Ne yaptık, ne yapıyoruz ki, rahat ve saadet temennisine hakkımız olsun!”

Aslında meşrutiyetçilerin saadet hakkı olamazdı. Zira güftesi ve bestesi başkasına ait bir şarkıyı Osmanlı havalisinde icra edip, huzur bulacaklarını zannediyorlardı. Bu zan, pek hazin bir gaflet idi. Haliyle gafletin bu seviyede musallat olduğu bir cemiyete, saadet layık değildir.

Türk tarihi son iki asırdır kendi olamamanın metodsuzluğu yüzünden mazisini mahcup edecek manzaralara duçar oldu. Kendilik bilincini kazanmak yerine, öykünmeye tevessül etti.

Bir millet, özünden neşet eden sanat, kültür ve fikir hareketliliğiyle varolmaya gayret etmediğinde, muhakkak surette vassal konumuna düşer. İnkılâbının gücünü özünden başka yerlerde ararsa, tahfife ve tâzire maruz kalır. Memleket, bugün dahi aynı hastalığın pençesinde dayanılmaz ıstıraplar çekmektedir. Bu sebeple, maarifimiz, kültürümüz, sanatımız ve fikri hayatımız aynı zihniyetler yüzünden birilerine karşı tâbi olmuş vaziyettedir.

Her alanda en doğru metod, dün bugün ve yarının senteziyle ortaya bir nizam koymaktır. Bu becerilemiyorsa, dün ile bugünü harmanlayıp bir düzen teşkil etmektir. O da yapılamıyorsa, en basit bir şekilde düne bakıp bir kurallar bütünü husule getirmektir.

Geçmişe dair, en zor zamanda bile usulün, tertibin ve sistemli bir hayatın ne denli önemli olduğunu gösteren şu manzaraya göz atalım: Hz. Ali, haricilerden olan İbn Mulcem tarafından suikasta uğrayınca, ağır yaralanmıştı. Kufe’de ki evine götürüldü ve çocuklarını çağırtarak uzun uzun vasiyetlerde bulundu. Bu veciz tavsiyelerin bir kısmı şu şekilde cereyan etti. Hz. Hasan’a ithafen dedi ki:

“Oğlum sana söyleyeceğim sekiz husus vardır ki, bunları kendinde çok iyi muhafaza et,

Hz. Hasan, “Onlar nedir babacığım”, diye sorunca, yaraları içinde yatan Hz. Ali, şu cevabı verdi:

Bunlardan dördü şudur:

1- Zenginliklerin en büyüğü akıldır.

2- Fakirliklerin en büyüğü ahmaklıktır.

3- Vahşetin en büyüğü kibirdir.

4- Meziyetlerin en büyüğü de güzel ahlaktır.

Hz. Hasan, geri kalan dört şeyi sorunca, Hz Ali şöyle devam etti:

1- Ahmaklarla asla arkadaş olma! Çünkü ahmak, sana yarlı olayım derken zararlı olur!

2- Yalancılarla asla dost olma! Çünkü onlar sana uzak olanı yakın, yakın olanı da uzak gösterirler.

3- Cimrilerle asla arkadaşlık kurma! Çünkü cimri, senin en çok ihtiyaç duyduğun şeyi bile sana vermekten çekinir.

4- Dine lakayt davrananlarla asla dostluk kurma! Çünkü onlar seni adi şeylere götürürler.”[1]

Şimdi sadece şu sekiz yöntem üzerinden sual etmek gerekirse, bundan yaklaşık yüz yıl önce, akıllıca hareket edip zenginliği mi buldular, yoksa ahmakça davranıp fakirlikle yok olup gittiler mi? Bugüne baktığımızda ise, idarecilerimizin arkadaşlarının daha çok zararı mı, yoksa faydası mı dokunuyor?

Ya da kurdukları yalancı dostluklarla hangi yakınlar uzak, hangi uzaklar yakın gösteriliyor? Yüzyılı aşkın bir zamanda güzel ahlak mı tercih ediliyor, yoksa pervasızca lakaytlık mı güdülüyor? Hepsi maalesef, hem de hepsi… Çünkü ortada bir metod yoktur. Ezberlenmiş nakaratlar vardı…

Peki, yarın ne olacak derseniz, alelumum vereceğimiz cevap şudur: Allah kerim…

Büyük Sivas Haber


YORUM YAP